hivda zizan alp

sefirin kızı adlı dizide çok sevilen elvan karakterini canlandıran oyuncu.
dizide rolü gereği kullandığı şivesi ile izleyicileri kendine kısa zamanda hayran bırakarak, kısa sürede kendini sevdirmiştir.

muhammet özen

mağdur boşanmış babalar derneği başkanı bu zat emine bulut un katilini, "alnından öperek kutlamış" dernek sayfasından.
buyrun potansiyel bir katil adayı daha. evet! nerede cumhuriyet savcıları? adam resmen yasalara meydan okuyor. suç ve suçluyu överek!

ceren damar şenel

yapay zekanın gerçeğe dönüşmesi. artık bir sebep bile olmadan insanlar birbirlerine şiddet gösterir oldu. sevgi gösteremez oldu.
sebebi ise genel yozlaşma. kim suçlu hepimiz aslında. diziler, oyunlar ve diğer bütün yapay zeka yapıcıların sonucunu yaşıyoruz. sonuç tamamen gerçek.

sözlük yazarlarından hikayeler

@denizece adlı yazarın ricasıyla yayınlıyorum.

ahmet'in 25.saati

taksimin arka sokaklarında tarlabaşı’nda geceliği 2 sigara parası olan bir otel odasında gün henüz ağarmamışken, camın önünde pakette kalan son sigarasını yaktı. camı aralayıp eğildi, dirseklerini camın önüne koyup yarı beline kadar dışarı sarktı. “odalarda sigara içmek yasaktır” yazısını hatırlayıp, bir güzel sövdü, daha cümlesi bitmeden, hoparlördeki cızırtılar ezanı haber verdi... hocanın sesi ile minarede tüneyen kuşlar hep birlik uçup karşıda duran oto yıkamacının çatısına tüneyip, uykudan uyandırılmış huzursuzluğu ile silkinip ötmeye kanat çırpmaya, acıkanlar ise yiyecek aramak için havalanmaya başladı, diğerleri uykularına kaldıkları yerden devam ettiler. acele ile birkaç afgan uzun elbise ve fesleri ile caminin yolunu tuttu ardından birkaç yaşlı semt sakini de onların peşinden. sigarasından bir nefes daha alıp, neden onlara katılmadığını sorguladı, bu küçücük oda da yalnızken bile beyninin karmaşıklığına öfke duydu... sonra bir fırt daha çekti, bu sefer daha uzun tutup, zehirin tadını almaya çalıştı. biten sigarasını otelin önünde ki çöp bidonuna fırlatıp, lise yıllarındaki gibi basket hazzını yaşamak istedi. biten sigara, tam üçüncü kattan çöp kutusu hedefini buldu. daha camı kapatmadan, çöp bidonunun alev aldığını görüp “şansımın içine …” dedi. acele ile giyinip, odaya bir göz attı, biriken bira şişelerini bulduğu poşete doldururken, içlerinde de kalmış mı diye tek, tek kontrol etti. yerlerde fıstık kabukları iki gün öncesinden kalan dürümün kâğıdını alırken dün hiçbir şey yemediğini hatırladı. çalışmak farz olmuştu bugün. fularını ve ressam şapkasını takıp, çizim takımlarını koltuğunun altına sıkıştırıp, odaya son bir göz gezdirip, usulca kapısını kilitledi. hoş odada kıymetli hiçbir şey yoktu ama akşama geldiğinde odasını başkasına verdiklerini de görmek istemiyordu. otel sahibine görünmeden usulca çıktı kapıdan, bir haftalık vardı ama borcu buna karşılık cebinde tek lirası yoktu. elindeki poşeti çöpe attığında, ateşin söndüğünü görüp rahatladı. ateş ardında ağır bir koku bırakmış, tüm sokak duman altı olmuştu. yokuşun dibinde merdivenler başlıyor, sanki sonsuza uzanıyordu. eskiden olsa spor olsun diye saatlerce koşardı, artık adım atmak bile içinden gelmiyordu. bu işkenceden kurtulmak için türlü yollar denemiş en sonunda her basamağa bir isim verip, onunla ilgili bir anı bulma oyununa dönüşmüştü. ilk basamak haminnesi peyker hanım, ikinci basamak onun omuzlarında taşırken hatırladığı ve erken ölen dedesi atıf bey beşinci basamak mari onyedinci basamak sinir olduğu komşu çocuğu hüseyin, ellidokuzuncu basamak adını duymak istemediği s, yetmişdördüncü basamağın adı hemen dibinde mantar gibi biten gecekonduda oturan züleyha bacı, yüzellidokuzuncu çay ocağındaki çırak hasan. yüzellidokuz basamak, yüzellidokuz anı... caddeye vardığında, mühim adammış, önemli bir toplantıya yetişecekmiş gibi acele ile yürüyüp geçti istiklal’e. daha köşeyi döndüğü anda omuzları düştü bir elini cebine soktu bakışları yere düştü. kime nereye gitse kredisi çoktan tükenmiş itibar adına hiçbir şey bırakmamıştı. çok içiyorsun yapma diyorlardı ama niye içiyorsun demiyorlardı... ahmet altmışına merdiven dayamış bir zamanların haza beyefendisi hatırı sayılır işadamı... biri on yıl önce anlatsa bunları kahkahalarla gülerdi. iki mahalle öte de fuat abinin çay ocağının önüne geldi, kimseyi göremeyince bir taburede oturup beklemeye başladı. fuat abi ve çırağı sokağın başında göründüğünde oturduğu yerde doğrulup üstüne başına çeki düzen verdi. ahmet’i gördüğü anda düştü adamın suratı. “bu beleşçi de musallat oldu başımıza” dedi yanındaki yeni yetmeye çocuk güldü, matrak adam usta komik şeyler anlatıyor. beleşçinin teki çok yüz verme birgün elimde kalacak. dükkânın önüne geldiğinde “ooo miirim burada mıydın, görmedim seni üşümüşsündür yahu, niye bu kadar erken geldin, biliyorsun 7’de açıyoruz ocağı.”.
“çok işim var, büyük iş o yüzden erken uyandım”
“ne imiş o önemli iş?”
“sekizde suzi hanım gelecek fransa’daki torunu için portre çizdirecek...”
fuat usta pişkin pişkin güldü, “mühim adamdır bizim ahmet” dedi hasan’a “
“çay hazır değil ahmet abi, oralet yapayım mı için ısınır…” boynunu eğip, gülümsedi ahmet, bu sen bilirsin demekti onun dilinde,
“usta simit alayım mı?”
“ben kahvaltı yaptım.” dedi fuat.
“ben kendime alayım sen de ister misin abi?”
“yok, yok yedim” dedi ahmet çatallaşan bir sesle.
“olsun abi bir de benimle yersin.”
bir koşu karşı pastaneden iki simit alıp, döndü. simitin birini sessizce oralet’ini içen ahmet’in masasına bıraktı, sonra ocağa işinin başına döndü. ahmet o anlarda o çırağın yaşında iken, babasının son model arabasını çalıp, kızlarla sabahlara kadar sürttüğünü yine aynı yıllarda sırf şımarıklık olsun diye bir istakoza dünya para verdiğini üstelik onu da yemeyip didikleyip, bıraktığını anımsadı. çırak gayretle bardakları dizmeye başladı, iki semaveri de demledi taze çay koktukça ahmet babası ile balığa çıktığı gecelerin sabahlarını denizi izlerken içtikleri çayı, babasının anlattığı çanakkale muharebesini ve dedesinin gazi madalyasını hatırlardı, belki de sırf bu kokuyu duymak için geldiğini o an itiraf etti kendine, insan yüz yaşında da olsa içinde bir yerler hep çocukluğunda kalıyordu... ocağın karşısında, parkında hep çizim yaptığı banka geçip, müşteri beklerken bir yandan da iki ağacın arasına ip gerip eski çizimlerini mandallarla ipe tutturdu. bir zamanlar hobi olarak başladığı resim, şimdi karnını doyuruyordu... ah be mari ne hoş kadındı her hafta bir saat resim dersi vermek bahanesi ile gelir tarabya’daki köşkün bahçesinde gülüşüp, eğlenirlerdi. bir keresinde onu öpmesine izin bile vermişti ondan sekiz yaş büyük olmasa belki de sevgili bile olurlardı tabi o zamanlar ahmet de 14 olmasaydı... yıllar sonra çizmek zorunda kaldığında ilk mari’nin resmini çizmeyi denemiş ama çizdiği hiçbir resim onun kadar güzel olmamıştı. müşteri beklerken karşı kaldırımda çocuğu ile dilenen suriyeli kadını çizmeye başladı kadın yirmi yaşlarında örtüsü ile heryerini sarmış, sadece iri kahverengi gözleri görünüyordu. çocuğun mart başında bile ayağında çorap yoktu kadın yanındaki bez çantanın içine oturtuyor ayaklarını örtmeye çalışıyor ama iki yaşlarında ki sarışın kız çocuğu yerinde duramıyordu. yoldan her geçenin peşinden yürüyor onları taklit ediyor annesi zahida deyince, geri dönüyordu. yaşlı bir amca yürüdü kaldırımdan zahida da ellerini arkasında birleştirip o adam gibi eğile, eğile yürüdü ardından. ince topuklu takım elbiseli bir kadın telefonda hararetli hararetli konuşarak geçti yanlarından zahida da elinde telefon varmış acelesi varmış gibi yürüdü kadının peşinden. bir baba ve kız geçti bu sefer kaldırımdan el ele gülüşerek... zahida bu sefer yürümedi koşup annesinin koynuna sokulup öpmeye başladı. ahmet bir yandan kızın oyunlarını takip ediyor bir yandan annesini çizmeye devam ediyordu öğlene doğru arap turistler gelmeye başladı parka, bir aile resim istedi kadın çarşaflı, adam açık mavi takım elbiseli iki kız çocuğu aynı elbiseden giymişti, biri altı, diğeri sekiz yaşlarındaydı ahmet bir yandan resimlerini çiziyor, bir yandan peçeli kadının ne düşündüğünü kestirmeye çalışıyordu. gözlerinin bile görünmediği bir resim için bir saattir sabit duruyor bir yandan da yerinde duramayan iki kızını fısır, fısır konuşarak oturmaları için ikna ediyordu. kadına bağırmak istedi ahmet aç şu yüzünü beynini aç artık... otelin biriken parasını acıkmaya başlayan karnını hatırlayıp sustu ... büyük bir makinanın dişlileri arasında ezildiğini parçalandığını hissediyor ama hiç bir şey yapmıyordu tıpkı o peçeli kadın gibi...
akşam üzeri çok güzel bir kadın parkta gezinirken ahmet’in resimlerinin önünde durdu, uzun, uzun inceledikten sonra ahmet’e gülümseyerek, “benim de resmimi yapar mısınız?” dedi.
“tabi efendim zevk ile” deyip, kaleminin ucunu açtı, gözlüklerinin üstünden alıcı gözle baktı, iri mavi gözleri tüm yüzünün hakimi idi, öyle ki kalkık burnu, minicik dudakları, çıkık elmacık kemikleri bile sönük kalıyordu, bu mavilik karşısında. karşıdaki banka oturdu bacak, bacak üstüne attı, çantasından bir sigara çıkardı tam yakacakken ahmet’e de uzattı ister misiniz? ahmet gülümseyerek sigarayı aldı, çakmağını arandı ama otelde camin önünde unuttuğunu anlayınca durakladı. mavi gözlü kadın gülümseyerek yanına gelip, sigarasını yaktı, yine gülümseyerek “bana bir yemek borcunuz var artık” dedi. resim boyunca sohbet ettiler kız 27 yaşında boğaziçi mezunu bir psikologdu, çalışmıyor dünyayı geziyor, bol, bol resim çekiyor, arada da gittiği yerlerin resimlerini yapıyordu. ahmet resmi bitirdiğinde kıza uzattı. kız büyülenmiş gibi bakıyordu aynı etki ahmet’te de vardı çünkü bugüne kadar çizdiği en güzel resimdi. “adınızı sormayı unuttum adınız nedir?”
“ahmet, ya sizinki nedir?”
“benim adım suna”
ahmet sendeledi, tutunmak için bankı arandı, sonra birden doğrulup, resmi kızın elinden alıp, yırtmaya başladı. hiçbir suna için resim yapmam lütfen gidin buradan .... kız, bozguna uğramış ordular gibi şaşkın, bir o kadar da kızgındı. mavi gözlü suna, ahmet’in yanından ayrılırken yine ezan okunmaya başladı... bu sefer bildiği tüm küfürleri içinden sayıyordu ve durmadan tekrar ediyordu. “hiçbir suna’ya resim yapmam.”

pozitif ayrımcılık

kadına yönelik bir söylem olarak kadını yüreklendirmek ve hayata katılımını artırmak için söylenegelse de ayrımcılığın her türlüsü eşitlik duygusunu ve hukukunu bozar.

pozitif yaparken negatifin gözünü çkarmamak lazım.

elektronik sigara

ciğerleri hızla çökerten, hızla ölüme götüren bol dumanlı, sevimsiz alet.

evde yoğurt yapmak

eşimin bir gece uyuya kalması sonucu yaşadığım deneyimdir. acemi şansı ile taş gibi yoğurt yaptığım da doğrudur.( sevgi ile mayalanan her şey gibi)

su

" canlı hücresinin büyük bir kısmını oluşturan hayatî inorganik maddedir "

dağlık yerlerde, köylerde büyüyenler bilir, torağa dokunca su fışkırırdı eskiden. göller, göletler, dereler vardı. suyun olduğu yerde hayat da vardı tabi, sayısız kuş çeşidi, sayısız ağaç türleri, yabani bitkiler, yaban hayvanları. sadece 30 yıl içinde bahsettiğim bu çeşitliliğin olduğu bölgeler tamamen betonlaştı. dereler kurudu yada yolları barajlara çevrildi, bazı su kaynakları özel şirketlere devredildi, ki bu büyük şirketler şu anda türkiye'nin her yerinde su kaynağı arayışında ve bulamamaları muhtemel olduğundan 20 litrelik bir damacana sudan elde edecekleri geliri 200 ml bir içecekle sağlayabilme peşinde yeni ürünler sürüp duruyorlar piyasaya. çünkü halihazırda ellerinde olan kaynakların uzun yıllar dayanamayacağını biliyorlar.

büyük şehirler içme suyu için barajda biriken yağmur sularına muhtaç fakat iklim değişiyor. bundan da kötüsü hızlı bir nüfus artışı var. göçlerin arkası kesilmiyor. sadece içme veya temizlik için kullanılan su değil kaynakları hızla yok eden, betonlaşma ve tüketim en büyük sorun. aklımıza gelebilecek her ürünün hazırlanmasında aklımızın alamayacağı kadar çok su tüketiliyor.


ama kürsel ısınma diyen, iklim değişiyor diyen, çevre doğa diyen herkes sinir bozucu, işe yaramaz, boş konuşan, dilenci, felaket tellalı, ortalık karıştırıcı oluyor. her yeri betona çevirmeye son hız devam, nüfusu arttırın çoğalın, tüketin diyenler alkışlanıyor.

şimdilerde kamu spotları yayınlanıyor su tüketiminde dikkatli olunması için fakat musluğu kısarak alınacak önlemler devede kulak bile değil artık.

edit: imla

kanal istanbul

yapıldığında istanbul ve türkiye'ye olumlu olumsuz vizyon değiştirtecek olan proje. proje ile karadeniz ve marmara birbirine bağlanacak şekilde bir su yolu inşa edilecek.

günlerdir kanal'la yatıp kanal'a kalıyorm. imamoğlu nedemiş kim ne cevap vermiş.

genel düşüncem ise türkiyenin yararına olduğu yönünde.

çalışılmış pozisyon

yapay zeka

misafir odası

evde yaşayan insanların dışında, eve gelen kişileri ağırlamak için kullanılan oda.

şiddetsiz iletişim

bir iletişim dili.
marshall b. rosenberg tarafından icat edilmiş. aynı isimde bir kitabı var. rivayete göre, savaş eşiğinde olan bir çok ülke şiddetsiz iletişim yöntemini kullanıyor.

içtenlikle dinlemeyi, empati vermeyi, saygıyı, insanın önce kendisine şefkatle yaklaşabilmesini, ikili ilişkilerde derin bağlar kurulmasını ve anlaşmazlıkların birbirini anlama tekniği ile son bulmasını konu ediyor.

iyileşme gayretinde olan bir arkadaşınıza hediye etmek isteyebileceğiniz türden bir kitap, net.

akordion

türk karayollarının trafik durumu. yol bir yerde 4 şeritli bir yerde 6 bir yerde 2. ee sonra trafik var. akordion trafik bu işte .
tam basacaksın gaza hop 2 şerit. sonra kadın araba kullanmayı bilmez. yok yaaa!

neyse güzellerim ben size bir şarkıyla veda edeyim.

(bkz:ismail yk)


su içsem yarıyor

"su içsem yarıyor" kelimesinin tercümesi:
dayanamıyorum ne yapayım yiyorum. onu da canım çekiyor bunu da. az da yemek istesem yiyorum. bunu da yiyeceğim onu da yiyeceğim. banane banane

adaptasyon

canlının çevreye uyumunu sağlarken yaşama ve çoğalma ihtimalini artıran özellik.

aynısı kaynımda var

cem yılmaz'la hayatımıza giren hayatımıza giren espri.

bayram harçlığı

bayramın çocuklar için en güzel getirisi.
benim çocukluğumda harçlık vermenin bile bir zerafeti vardı.
günler öncesinden çarşıya çıkılır, kızlara süslü mendiller, erkeklere mendil ya da çorap alınırdı.
harçlıklar mendillerin ya da çorapların içine konur, el öpmeye gelen çocuk ve gençlere o şekilde verilirdi.
şimdi kimin elinden geçtiği belli olmayan leş gibi paraları, mini mini yavruların ellerine tutuşturuyoruz kasıla kasıla. marifet gibi.
büyüklerimiz daha zarif ve temizmiş bizden.

kız babası olmak

saat 16.30 'da eşimin yanında doktorun pembe "don alın donanın". terimini duyduktan sonra kız babası olduğumu anladım sözlük. bir gün daha bu heyecanla geçiyor. bugünde böyle geçti . gün geçtikçe büyüyorum büyüteceğim. :)

mars kolonisi

olur olmaz bilemem, fakat bu olası koloni için çabalayan bilimciler ve mühendisler şu anda resmen dünyamı güzelleştiriyor. her gün olsa her gün rocket launch izleyebilirim, starship'lerin hepsinin teknik detaylarını saatlerce okuyabilirim. uzay kadar güzel bir şey yok.