spoiler!
son müvezzi yaşar hayrettin dahik
sen jorj baptist ilkokulunda ingilizce ve fransızca öğrendi. avusturya lisesinde almanca. ikinci dünya savaşı patlamasa viyana’da makine mühesndisi olacaktı.
80’li yılların sonuna kadar her akşam üzeri cağaloğlu’nda siyahi bir müvezzi dolaşırdı, sırım gibi uzun, adamakıllı yaşlı biri. müvezzi, bağıra bağıra dolaşarak, koltuğunun altında taşıdığı gazeteleri satan meslek erbabına denir. dudağında filtresine kadar yanıp sönmüş bir izmarit, yakalarında külleri ve koltuğunun altında bir demet gazete. hamamın önünden iran konsolosluğu’na doğru geçer, il milli eğitim’in köşesinden kıvrılıp, ankara caddesi’nden aşağı, sirkeci’ye doğru salınırdı. gazete patronları zaman içinde kendi dağıtım ağlarını kurunca bir babıâli geleneği olan “akşam baskısı”nı çıkarmaktan vazgeçtiler. 1876’dan 1980’lere kadar aşağı yukarı 120 yıl boyunca, bazen kara haberler, bazen müjdelerle sokakları çınlatan müvezzilerin sonuncusu olan bu yaşlı zenci, tarafımızdan en son 1996’da –bir başka rotada– görüldü: karaköy bankalar caddesi’nden şişhane’ye doğru sağa sapan kamondo sarmal merdivenlerinde soluklanıyordu. avusturya sen jorj hastanesi’ne gidiyormuş. fakir düşmüş, avusturya lisesi mezunlarına orada öğle ve akşam yemeği veriyorlarmış. ikameti sorulunca, “beni ya sen jorj’da ya ağa camii karşısındaki satranç kulübünde ya da karaköy akçe sokak’taki kaptanpaşa oteli’nde bulabilirsiniz” derdi. onunla kamondo merdivenlerindeki tesadüfi karşılaşmayı da sayarsak üç kez buluştum. ikincisinde otelin altındaki gurbetçi kahvesinde hiç konuşmadan satranç oynadık. üçüncüsünde sen jorj’un yemekhanesinde buluşup, satranç kulübüne gittik. yolda gazeteciden the economist ve der spiegel aldı. meğer ingilizce, fransızca ve almanca’dan maada rumca da biliyormuş. aylardan temmuz olduğu halde sırtında üç kat kazak, bir de ceket vardı. aslında terliyordu, ama bir yandan da burnu akıyordu: “kış ayazı ağustos başında vücuttan böyle çıkarmış.” kulübe önde giren yaşar hayrettin dahik tezahüratla karşılandı. konuşmaya geçmeden yine satranç oynamayı teklif etti. ilk parti mahsustan yenildi. meğer bu bir tuzakmış. bir hamle yapıyor, arkasından dudağında izmaritle uyukluyordu. sırası gelince oynuyor, yine şekerlemeye devam ediyordu. böyle böyle akşamı bulduk. oradan sonra firuzağa’dan geçerek tophane’ye indik. burada bir çay bahçesinde nihayet konuşabildik.
dahik arapça “gülümseyen, tebessüm eden” demekmiş. 1920 yılında istanbul’da yıldız-dikilitaş’ta doğmuş. annesi medine arabı, ama beyazmış. babası bilal ağa mısır’dan gelmiş. sarayın yıldız atölyelerinde torna-tesviye ustası olarak çalışıyormuş. vaktiyle abdülhamid’in dirayetiyle almanya’ya makine mühendisliği eğitimine gönderilmiş. ama yaşar hayrettin doğuştan talihsiz. üç günlükken babasını kaybetmiş. aile ansızın fakirliğe düşmüş. yedi kardeşin beşi daha çocukken ölmüş. zavallı annesi zengin evlerine çamaşır yıkamaya giderek çocuklarını okutmaya gayret etmiş. yaşar hayrettin anaokulundan itibaren hep parasız yatılı olarak ana kucağından uzakta büyümüştü. sen jorj baptist ilkokulunda ingilizce ve fransızca öğrenmişti. ortaokul çağına gelince annesi, çamaşıra gittiği evlerden hatırlı biri aracılığıyla oğluna avusturya’da bir burs ayarladı. böylece 1935 yılından itibaren dört yıl boyunca, viyana sokaklarında siyah bir istanbullu dolaşmaya başlamıştı, hem de bisikletle. gider gitmez altına en kralından bir bisiklet çekmiş. dördüncü sınıfta, baba mesleğini öğrenmek için makine inşası kurslarına yazılmış. ancak bu sıra patlayan ikinci dünya savaşı yüzünden istanbul’a dönüp avusturya lisesi’ne yazılmış. mezuniyetten sonra almanca öğretmeni olmak için çapa öğretmen okulu sınavlarına girmiş, ama kazanamamış. bu ilk yenilgisi. hemen pes edip okulu-kitabı bir kenara atmış. yine annesinin çamaşıra gittiği ailelerden birinin tanıdığı olan ali fuat cebesoy aracılığıyla deniz yolları işletmesi’ne girmiş. köprüden adalar’a kalkan vapurlarda gişe memuru olarak. askerlik çağına gelince, lise mezunu olduğu için yedek subay rütbesiyle babaeski’ye gitmiş. burada “asker tokatlamayı” öğrenmiş. dönüşünde tekrar deniz yolları... bu arada annesi malum torpilini kendisi için işleterek tütün fabrikasına girmiş, sonra oğlunu da yanına almış. ancak 1940’ta annesini, 1948’de de ablasını kaybedince kimsesiz kalmış. dikilitaş’taki baba ocağını, eniştesi ve ablasının öksüzlerine terk edip gurbete çıkmış, otel odalarına gark olmuş. bahtının rüzgârı onu iskenderun’a savurmuştu, burada bir pavyonda çalışan sekiz güzel alman kızına tercümanlık yapmaya başlamış. hatta içlerinden birine abayı dahi yakmış. bir gösteri sırasında müşterinin teki kızlara sataşınca yaşar hayrettin yedek subayken öğrendiği tokadı herifin suratına aşk etmiş. aynısını çekildiği karakolun komiserine de eda edince, önce bir güzel falakaya yatırmışlar, ardından kendini iskenderuncezaevinde bulmuş. iki buçuk aylık cezasını yatıp çıktıktan sonra bir daha birisine el kaldırmaya tövbe etmiş. beş parasız olduğu için adana’ya kadar yürümüş. burada sabancılar’ın dokuma fabrikasında bekçi olarak iş bulmuş. fabrikaya gidip gelen alman mühendisler, dört dil bilen siyah bekçiyi tercüman olarak istemişler. 1940’larda ismet inönü’nün başlattığı memleketi imar harekâtı sırasında doğuda, güneydoğuda birçok yabancı uzman görev almıştı. yaşar hayrettin dahik çok dilli sıradan bir işçi olarak bunların çoğunu tanıma fırsatı bulmuş. bu sayede işsiz kalmıyor, baraj, santral, yol, köprü, tünel, silo, enerji tribünü gibi devasa inşaatlarda dolaşıp duruyormuş. adana, malatya elektrik santrallerinde, incirlik hava üssünde, seyhan, hirfanlı barajlarında, mersin liman inşaatında, elazığ fidanlığında, diyarbakır şehir kulübünde çalışmış. tercümanlığın yanı sıra garsonluk, bulaşıkçılık, şoförlük, otel kâtipliği, amelelik de yapmış. hatta trahom ve sıtmayla mücadele seferberliği sırasında, antakya’da, sırtında alet, kapı kapı dolaşarak helaları, lağımları, ahırları ilaçlamış. 1960’da 40 yaşında biri olarak istanbul’a dönmüş. avusturya-türkiye kitabevi’nde dergi satmaya başlamış. toplam satışın yüzde otuzunu kazanıyormuş. sonra hachette’te aynı işi yapmış. bir ara halk film şirketine muhasebeci olmuş. hatta bu şirketin çektiği üç-beş filmde “zenci” rolü oynamış. dahik her boyadan boyamış, ama sonunda müvezzilikte karar kılmış. sirkeci-aksaray güzergâhında viyana’dan getirdiği bisikletiyle gazete satmaya başlamış. gazete başına yüzde sekiz buçuk verirlermiş. en hızlı satışlar 27 mayıs ve yassıada duruşmaları sırasında gerçekleşmiş. sirkeci’ye ininceye kadar koltuğunun altındaki gazeteler tükeniyormuş. ayrıca güreşçilerimizin altın madalya topladığı olimpiyatlarda, sosyete skandallarında, vahşiyane cinayetlerde satış kazançlı olurmuş. satış sırasında avaz avaz bağırıp çığırtkanlık yapmadığı ve biraz da asık suratlı biri olduğu için müvezzilikten pek bir şey kazanamamış.
ablası öldükten yıllar sonra dikilitaş’taki evine dönmüş. yıllar sonra çıkagelen bu adama karşı evin yeni sakinleri hep mesafeli kalmışlar. vefasızlar bir gün belediye ve müteahhitle anlaşarak evi yakmışlar. yaşar hayrettin bir süre yangın yerinde kurduğu çadırda yaşamış. onu da gelip geçen başına yıkmış. çünkü enişte rahmetli olmadan evin tapusunu allem kallem edip cici eşinin cici çocukları üzerine çıkarmış. şimdi ona avusturya lisesi mezunları sahip çıkıyor. geceliği 150 bin lira olan otel masraflıyla harçlığı karşılandığı gibi günde iki öğün yemek de veriyorlar. harçlığını almanca dergilere, satranç oynarken çokça içtiği sigara ve çaya harcıyor. yaşar hayrettin dahik’i en son şişli’de fransız lape hastanesi’nde ziyaret etmiştim. bileğinden yatağa kelepçelenmişti. “bu ne yahu!” diye isyan etmeye kalkışınca beni sakinleştirdi. meğer ayağa kalkınca düşüyor, iki de bir orasınıburasınıkırıyormuş. kolayını böyle bulmuşlar, o da buna razı olmuş. kalkmak istediği zaman zile basıyor, hizmetli gelip onu istediği yere götürüyormuş. yaşar hayrettin dahik 2007’de bu hastanede hayata gözlerini yumdu.
ümit bayazoğlu'nun uzun ince yolcular adlı kitabından alıntıdır.