@denizece adlı yazarın ricasıyla yayınlıyorum.
ahmet'in 25.saati
taksimin arka sokaklarında tarlabaşı’nda geceliği 2 sigara parası olan bir otel odasında gün henüz ağarmamışken, camın önünde pakette kalan son sigarasını yaktı. camı aralayıp eğildi, dirseklerini camın önüne koyup yarı beline kadar dışarı sarktı. “odalarda sigara içmek yasaktır” yazısını hatırlayıp, bir güzel sövdü, daha cümlesi bitmeden, hoparlördeki cızırtılar ezanı haber verdi... hocanın sesi ile minarede tüneyen kuşlar hep birlik uçup karşıda duran oto yıkamacının çatısına tüneyip, uykudan uyandırılmış huzursuzluğu ile silkinip ötmeye kanat çırpmaya, acıkanlar ise yiyecek aramak için havalanmaya başladı, diğerleri uykularına kaldıkları yerden devam ettiler. acele ile birkaç afgan uzun elbise ve fesleri ile caminin yolunu tuttu ardından birkaç yaşlı semt sakini de onların peşinden. sigarasından bir nefes daha alıp, neden onlara katılmadığını sorguladı, bu küçücük oda da yalnızken bile beyninin karmaşıklığına öfke duydu... sonra bir fırt daha çekti, bu sefer daha uzun tutup, zehirin tadını almaya çalıştı. biten sigarasını otelin önünde ki çöp bidonuna fırlatıp, lise yıllarındaki gibi basket hazzını yaşamak istedi. biten sigara, tam üçüncü kattan çöp kutusu hedefini buldu. daha camı kapatmadan, çöp bidonunun alev aldığını görüp “şansımın içine …” dedi. acele ile giyinip, odaya bir göz attı, biriken bira şişelerini bulduğu poşete doldururken, içlerinde de kalmış mı diye tek, tek kontrol etti. yerlerde fıstık kabukları iki gün öncesinden kalan dürümün kâğıdını alırken dün hiçbir şey yemediğini hatırladı. çalışmak farz olmuştu bugün. fularını ve ressam şapkasını takıp, çizim takımlarını koltuğunun altına sıkıştırıp, odaya son bir göz gezdirip, usulca kapısını kilitledi. hoş odada kıymetli hiçbir şey yoktu ama akşama geldiğinde odasını başkasına verdiklerini de görmek istemiyordu. otel sahibine görünmeden usulca çıktı kapıdan, bir haftalık vardı ama borcu buna karşılık cebinde tek lirası yoktu. elindeki poşeti çöpe attığında, ateşin söndüğünü görüp rahatladı. ateş ardında ağır bir koku bırakmış, tüm sokak duman altı olmuştu. yokuşun dibinde merdivenler başlıyor, sanki sonsuza uzanıyordu. eskiden olsa spor olsun diye saatlerce koşardı, artık adım atmak bile içinden gelmiyordu. bu işkenceden kurtulmak için türlü yollar denemiş en sonunda her basamağa bir isim verip, onunla ilgili bir anı bulma oyununa dönüşmüştü. ilk basamak haminnesi peyker hanım, ikinci basamak onun omuzlarında taşırken hatırladığı ve erken ölen dedesi atıf bey beşinci basamak mari onyedinci basamak sinir olduğu komşu çocuğu hüseyin, ellidokuzuncu basamak adını duymak istemediği s, yetmişdördüncü basamağın adı hemen dibinde mantar gibi biten gecekonduda oturan züleyha bacı, yüzellidokuzuncu çay ocağındaki çırak hasan. yüzellidokuz basamak, yüzellidokuz anı... caddeye vardığında, mühim adammış, önemli bir toplantıya yetişecekmiş gibi acele ile yürüyüp geçti istiklal’e. daha köşeyi döndüğü anda omuzları düştü bir elini cebine soktu bakışları yere düştü. kime nereye gitse kredisi çoktan tükenmiş itibar adına hiçbir şey bırakmamıştı. çok içiyorsun yapma diyorlardı ama niye içiyorsun demiyorlardı... ahmet altmışına merdiven dayamış bir zamanların haza beyefendisi hatırı sayılır işadamı... biri on yıl önce anlatsa bunları kahkahalarla gülerdi. iki mahalle öte de fuat abinin çay ocağının önüne geldi, kimseyi göremeyince bir taburede oturup beklemeye başladı. fuat abi ve çırağı sokağın başında göründüğünde oturduğu yerde doğrulup üstüne başına çeki düzen verdi. ahmet’i gördüğü anda düştü adamın suratı. “bu beleşçi de musallat oldu başımıza” dedi yanındaki yeni yetmeye çocuk güldü, matrak adam usta komik şeyler anlatıyor. beleşçinin teki çok yüz verme birgün elimde kalacak. dükkânın önüne geldiğinde “ooo miirim burada mıydın, görmedim seni üşümüşsündür yahu, niye bu kadar erken geldin, biliyorsun 7’de açıyoruz ocağı.”.
“çok işim var, büyük iş o yüzden erken uyandım”
“ne imiş o önemli iş?”
“sekizde suzi hanım gelecek fransa’daki torunu için portre çizdirecek...”
fuat usta pişkin pişkin güldü, “mühim adamdır bizim ahmet” dedi hasan’a “
“çay hazır değil ahmet abi, oralet yapayım mı için ısınır…” boynunu eğip, gülümsedi ahmet, bu sen bilirsin demekti onun dilinde,
“usta simit alayım mı?”
“ben kahvaltı yaptım.” dedi fuat.
“ben kendime alayım sen de ister misin abi?”
“yok, yok yedim” dedi ahmet çatallaşan bir sesle.
“olsun abi bir de benimle yersin.”
bir koşu karşı pastaneden iki simit alıp, döndü. simitin birini sessizce oralet’ini içen ahmet’in masasına bıraktı, sonra ocağa işinin başına döndü. ahmet o anlarda o çırağın yaşında iken, babasının son model arabasını çalıp, kızlarla sabahlara kadar sürttüğünü yine aynı yıllarda sırf şımarıklık olsun diye bir istakoza dünya para verdiğini üstelik onu da yemeyip didikleyip, bıraktığını anımsadı. çırak gayretle bardakları dizmeye başladı, iki semaveri de demledi taze çay koktukça ahmet babası ile balığa çıktığı gecelerin sabahlarını denizi izlerken içtikleri çayı, babasının anlattığı çanakkale muharebesini ve dedesinin gazi madalyasını hatırlardı, belki de sırf bu kokuyu duymak için geldiğini o an itiraf etti kendine, insan yüz yaşında da olsa içinde bir yerler hep çocukluğunda kalıyordu... ocağın karşısında, parkında hep çizim yaptığı banka geçip, müşteri beklerken bir yandan da iki ağacın arasına ip gerip eski çizimlerini mandallarla ipe tutturdu. bir zamanlar hobi olarak başladığı resim, şimdi karnını doyuruyordu... ah be mari ne hoş kadındı her hafta bir saat resim dersi vermek bahanesi ile gelir tarabya’daki köşkün bahçesinde gülüşüp, eğlenirlerdi. bir keresinde onu öpmesine izin bile vermişti ondan sekiz yaş büyük olmasa belki de sevgili bile olurlardı tabi o zamanlar ahmet de 14 olmasaydı... yıllar sonra çizmek zorunda kaldığında ilk mari’nin resmini çizmeyi denemiş ama çizdiği hiçbir resim onun kadar güzel olmamıştı. müşteri beklerken karşı kaldırımda çocuğu ile dilenen suriyeli kadını çizmeye başladı kadın yirmi yaşlarında örtüsü ile heryerini sarmış, sadece iri kahverengi gözleri görünüyordu. çocuğun mart başında bile ayağında çorap yoktu kadın yanındaki bez çantanın içine oturtuyor ayaklarını örtmeye çalışıyor ama iki yaşlarında ki sarışın kız çocuğu yerinde duramıyordu. yoldan her geçenin peşinden yürüyor onları taklit ediyor annesi zahida deyince, geri dönüyordu. yaşlı bir amca yürüdü kaldırımdan zahida da ellerini arkasında birleştirip o adam gibi eğile, eğile yürüdü ardından. ince topuklu takım elbiseli bir kadın telefonda hararetli hararetli konuşarak geçti yanlarından zahida da elinde telefon varmış acelesi varmış gibi yürüdü kadının peşinden. bir baba ve kız geçti bu sefer kaldırımdan el ele gülüşerek... zahida bu sefer yürümedi koşup annesinin koynuna sokulup öpmeye başladı. ahmet bir yandan kızın oyunlarını takip ediyor bir yandan annesini çizmeye devam ediyordu öğlene doğru arap turistler gelmeye başladı parka, bir aile resim istedi kadın çarşaflı, adam açık mavi takım elbiseli iki kız çocuğu aynı elbiseden giymişti, biri altı, diğeri sekiz yaşlarındaydı ahmet bir yandan resimlerini çiziyor, bir yandan peçeli kadının ne düşündüğünü kestirmeye çalışıyordu. gözlerinin bile görünmediği bir resim için bir saattir sabit duruyor bir yandan da yerinde duramayan iki kızını fısır, fısır konuşarak oturmaları için ikna ediyordu. kadına bağırmak istedi ahmet aç şu yüzünü beynini aç artık... otelin biriken parasını acıkmaya başlayan karnını hatırlayıp sustu ... büyük bir makinanın dişlileri arasında ezildiğini parçalandığını hissediyor ama hiç bir şey yapmıyordu tıpkı o peçeli kadın gibi...
akşam üzeri çok güzel bir kadın parkta gezinirken ahmet’in resimlerinin önünde durdu, uzun, uzun inceledikten sonra ahmet’e gülümseyerek, “benim de resmimi yapar mısınız?” dedi.
“tabi efendim zevk ile” deyip, kaleminin ucunu açtı, gözlüklerinin üstünden alıcı gözle baktı, iri mavi gözleri tüm yüzünün hakimi idi, öyle ki kalkık burnu, minicik dudakları, çıkık elmacık kemikleri bile sönük kalıyordu, bu mavilik karşısında. karşıdaki banka oturdu bacak, bacak üstüne attı, çantasından bir sigara çıkardı tam yakacakken ahmet’e de uzattı ister misiniz? ahmet gülümseyerek sigarayı aldı, çakmağını arandı ama otelde camin önünde unuttuğunu anlayınca durakladı. mavi gözlü kadın gülümseyerek yanına gelip, sigarasını yaktı, yine gülümseyerek “bana bir yemek borcunuz var artık” dedi. resim boyunca sohbet ettiler kız 27 yaşında boğaziçi mezunu bir psikologdu, çalışmıyor dünyayı geziyor, bol, bol resim çekiyor, arada da gittiği yerlerin resimlerini yapıyordu. ahmet resmi bitirdiğinde kıza uzattı. kız büyülenmiş gibi bakıyordu aynı etki ahmet’te de vardı çünkü bugüne kadar çizdiği en güzel resimdi. “adınızı sormayı unuttum adınız nedir?”
“ahmet, ya sizinki nedir?”
“benim adım suna”
ahmet sendeledi, tutunmak için bankı arandı, sonra birden doğrulup, resmi kızın elinden alıp, yırtmaya başladı. hiçbir suna için resim yapmam lütfen gidin buradan .... kız, bozguna uğramış ordular gibi şaşkın, bir o kadar da kızgındı. mavi gözlü suna, ahmet’in yanından ayrılırken yine ezan okunmaya başladı... bu sefer bildiği tüm küfürleri içinden sayıyordu ve durmadan tekrar ediyordu. “hiçbir suna’ya resim yapmam.”
türk milleti için ölüm-kalım savaşı olan çanakkale savaşı’nda bigalı mehmet çavuş da cephededir.
itilaf devletleri deniz savaşları sırasında 4 mart 1915’de ilk olarak karaya asker çıkarmayı dener.
itilaf donanması, 4 mart 1915’de, 5 zırhlı ve 7 torpido desteğinde önce seddülbahir tabyasını, kaleyi ve köyü 45 dakika ateş altına aldıktan sonra, 3 büyük sandalla seddülbahir iskelesi’ne gelerek saat 15:30’da karaya tam teçhizatlı 75 civarında asker çıkartır.
ingilizler bu çıkarmayı seddülbahir tabyası türkler tarafından boşaltılmış olduğunu zannederek yapmışlardı.
aslında tahminlerinde haklılardı… seddülbahir tabyası türkler tarafından boşaltılmıştı fakat bu bölgeyi kara saldırılarına karşı savunmaktan sorumlu olan 9. tümen komutanı albay halil sami bey, 27. alay 3. tabur 10. bölük eratından mustafa oğlu bigalı mehmet çavuş komutasındaki yarım takım askeri (20 asker) seddülbahir kalesi’ne yerleştirmiştir.
deniz tarafına, karşıyı geniş bir açıdan görebilecek şekilde yerleşmiş olan bigalı mehmet çavuş komutasındaki 20 türk askerinin elinde sadece el bombası ve tüfekleri vardı…
çıkarma olmadan önce bigalı mehmet çavuş askerlerini toplamış ve şöyle bir konuşma yapmıştı…
“bana bakın, üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız yer ata yâdigarıdır, vatanımızdır. ha anamızın ırzı ha vatanın ırzı!
bu gelenler de unutmayın ırz düşmanları…
bu ırz düşmanları buraya geldiklerine pişman olmalı!…”
ingiliz askerleri çıkarmaya başlayınca, bigalı mehmet çavuş beklenen emri verir;
“ateş!..”
karaya çıkan ingiliz askerleriyle mehmet çavuş’un takımı arasında, 3 saat devam eden şiddetli bir çatışma yaşanır.
seddülbahir kalesi içerisinde bulunan mehmet çavuş’un askerleri sürekli yer değiştirip, ateş ederek sayılarını çok gösterdiler. bu nedenle teknelerde bekleyen ingiliz askerlerinin tamamı karaya çıkamadı.
bir ara mehmet çavuş’un tüfeğinin mekanizması işlemez olur. tüfeğini yere atarak istihkam küreğini eline alır, düşman üzerine kürekle saldırır… (bazı kaynaklarda taşla saldırır demektedir fakat genel görüş kürekle saldırdığı yönündedir)
üç saat sonunda ingilizler 23 ölü, 35 yaralı ve 4 kayıpla gemilerine geri dönerler.
deniz savaşları sırasında yaptıkları bu en büyük çıkarma hüsranla sonuçlanır.
25 nisan’a kadar başka çıkarma yapamazlar.
bu çarpışmada türk askerlerinden 6 şehit, 13 yaralı vardır.
bigalı mehmet çavuş’ta başından ve göğsünden yaralanır. avuçlarının içi de paramparçadır. maydos hastanesi’nde tedavi olur, hava değişimi için izin verilerek köyüne gönderilir. fakat izin süresini tamamlamadan “arkadaşlarım cephede savaşırken ben burada yatamam” diyerek tekrar cepheye döner.
4 mart günü seddülbahir’deki çatışmayı harapkale’den izleyen 19. tümen komutanı yarbay mustafa kemal, çanakkale müstahkem komutanlığına gönderdiği raporunda mehmet çavuş’un madalyayla veya başka biçimde ödüllendirilmesini ister.
mehmet çavuş gümüş harp madalyası ile ödüllendirilir. ayrıca kendisine atatürk tarafından köstekli gümüş saat ve gümüş tabaka (tütün koyma yeri ve kahramanlık beratını koymak için ayrı bir bölümü olan) hediye edilir.
mehmet çavuş’un kahramanlığı, kürekle düşmana saldırması ve askerleriyle beraber başarılı olması, her yerde büyük bir gurur ve kıvanç kaynağı olur. istanbul gazeteleri ondan bahsederler.
bigalı mehmet çavuş, çanakkale savaşı’nın kamuoyuna adı açıklanan ilk kahramanıdır.
türk askeri, bigalı mehmet çavuş ve kahramanlığından ilhâm alınarak, o günden sonra türk milleti tarafından “mehmetçik” diye anılacaktır.
(ataturkicimizde. com)